İnsan karanlığı ne zannederdi acaba? Şu anda okyanusun ortasındaydı. Geminin güvertesine sırt üstü uzanıp gökyüzüne bakıyordu. Simsiyah suları görünür kılan, kandillerle süslenmiş koyu mavi gökyüzüydü. Mavi sanılan okyanus, insanın içini ürperten karanlıktaydı. Oysa gece, gökyüzünden gelmesine rağmen rengine boyamamıştı. Her sonrası biraz daha aydınlık olunca, gece, karanlığı değil sadece dinlenme zamanını indiriyordu. Demek ki bir şeyin dip mesafesi ne kadar kısaysa etkileşimi de o kadar fazla oluyordu.
İnsan da öyleydi… Sabrının derinliği kadar dayanıyordu zorluklara. Ya da ilminin derinliği kadar olayları anlamlandırıyordu. Gülümsemek, alttan almak, ilişkilendirmek… Gerçeğe olan mesafeyle ilgiliydi belki de. Ve yaşam, iyi bir yaşanmışlık olduğunda eşsiz bir maceraydı.
Hayat insana bir kâğıda yazması için öykü sunuyordu. Deliller sunuyor, işaretler ve izlerle süslüyordu. İstediği şey isim şehir bitki hayvan oyunuydu. Bakıp görmemizi, duyup işitmemizi, kalben kabul etmemizi istiyordu.
Doğa, insanın varoluşunu sürdürebilmesi için sunduğu zengin kaynaklarla doluydu. Hayvanlar ayrılmaz parçamız olup insanlara hem maddi hem de manevi açıdan katkılarda bulunuyordu. Yeryüzünde yürüyen hayvanlardan ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi insanoğlu gibi birer topluluktu.
Hayvanlar insanların hayatını kolaylaştıran ve ihtiyaç karşılayan bir rol taşıyordu. Ama aynı zamanda insana yaşamı anlamlandırması için işaret de veriyordu. İnsan cehaletin sesini ve tavrını bir eşekten öğrenebiliyordu. Aşırı yüksek sesle konuşmanın iticiliği gösteriliyordu. Ya da insan kitaplar taşıyan eşek gibi olmamak için okuyup anlamaya çalışıyordu.
Bazen hayat bir deve ile insanın zor şartlar için birikim yapmasının önemini anlatıyordu. Ya da karıncayla büyük toplulukta fayda için çalışan küçük birey olmanın önemi işaret ediliyordu. Bazen de örümcek ağı ile en zayıf şeyle insanın nasıl üzerinin örtülebileceği duyuruluyordu. Bazen de atlar ve sağmal hayvanların ticaret eşyası olduğu öğretiliyordu.
Ama mesele anlamaktaydı…
Bitkiler ise bambaşka işaretlerle doluydu. Tahıllar, meyveler ve sebzeler, insan beslenmesinin temel taşlarını oluşturuyordu. İnsanların sağlıklı bir yaşam sürmelerine yardımcı oluyorlardı. Ayrıca, bitkiler sadece gıda sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda ilaç, tekstil ve inşaat sektörlerinde de kullanılıyordu.
İnsan bir ağaca bakıp aileyi, toplumu ve kendini görebiliyordu. Kahverengiden yeşil çıkınca ümitlenebiliyordu. Zeytine bakınca nurun fazlalığının nasıl görünmez olduğunu anlayabiliyordu. Gözbebeğine giren güneş bir zenginlik ifade ediyordu. Pembe bir gülde buluyordu zemin ve şekil ilişkisini. Görebilmek için bakmak yetmiyordu. Görebilmek için idraki açmak gerekiyordu.
Ama mesele anlatandaydı…
İnsan anlamayınca anlatanı, yolunu şaşırıyordu. Gerçekten uzaklaşıp kuleler dikiyordu. Ayakları yere basandan çıkıp yüksek basamaklar inşa ediyordu. Ne tarım kalıyordu bitkinin içinde. Ne de hayvan vardı artık ticarette. Gökyüzünü göremeyeceği yüksek binalar arasında kayboluyordu.
Şehirleşme, insanların kırsal alanlardan şehir merkezlerine doğru göç etmesi ve şehirlerin büyümesi süreciydi. Bu süreç, sanayileşme, ekonomik fırsatlar ve sosyal değişimlerle birlikte hız kazanıyordu. Ama problem, yapılan binalar ve sanayileşme değildi. Problem bunların gerçeğe ne kadar uyumlu olup olmamasındaydı.
İnsan isteği, öyle bir ikna yeteneğine sahipti ki, iyi ve kötüyü karıştırıp kendini bile kandırabiliyordu.
Bazen fayda dediği yere ‘’Ekonomik Fırsatlar, Eğitim ve Sağlık Hizmetlerine Erişim, Kültürel Zenginlik , Altyapı Gelişimi’’ gibi süslü tanımlamalar yerleştiriyordu. En çok da bu yolla sahte olanın peşinden gidiyordu.
Olabilecek sorunları ise küçültüyordu. ‘’Şehirleşme, hava, su ve toprak kirliliğine yol açabilir. Sanayi faaliyetleri, artan araç trafiği ve inşaat, çevreye zarar veren atıkların artmasına neden olabilir. Bu durum, insan sağlığını tehdit eden sorunları beraberinde getirebilir. ‘’ gibi sanki sadece olabilirmiş ama henüz olmamış gibi davranıyordu. İnsan istekleri uğruna kendinden uzaklaşıyordu.
Ama mesele aktarandaydı…
Oysa bir de isimler vardı. İnsan takip ettiği aktarıcıyı doğru seçmediğinde onun isimlerine uygun yaşıyordu. Babasının kızı olmak değildi ki çözüm. Fakat o, çözümü hep yanlış yerde arıyordu.
"Adil" ismi adaletin önemini vurguluyordu. İnsan adaleti kimden öğreniyordu?
Gerçeğin isimlerini düşünmek ve bu isimlere uygun davranmak, insanın ahlaki değerlerini güçlendirmez miydi? Bu isimler, bireylerin hayatında nasıl bir tutum geliştireceklerini belirleyen temel taşlar gibiydi.
"Sabır" ismi, zorluklar karşısında dayanma gücünü arttırırken; "Şükür" ismi, insanlara teşekkür duygusu aşılıyordu.
"Kerim" ve "Gafur" isimleri, insanları birbirlerine karşı daha nazik ve hoşgörülü olmaya teşvik etmiyor muydu? Bu isimlerin anımsanması, toplumsal ilişkilerin güçlenmesine ve empati duygusunun artmasına yardımcı oluyordu. İnsanları, başkalarının hatalarını bağışlama ve onlara yardım etme konusunda daha istekli hale getiriyordu.
İnsan, “Hayat” ismiyle bakınca şu yeryüzüne; hayvanı, bitkisi, çevresi ne güzel kıymetleniyordu. Hayatın dokunduğu gibi insan da dokunduğu şeyi kıymetlendirmeye çalışıyordu. Bahçesine çiçekler ekiyor, ineğine boncuklar takıyordu.
İnsan hakikati andıkça güzelleşiyor, güzelleştiriyordu.
Ama mesele anlayandaydı…
İnsan gerçeğe yaklaşarak hakedişini hazırlıyor ne güzel…
YanıtlaSilEvet yer yuzunde ki herseyin nasilda kiymetli oldugu gosterilmis.
YanıtlaSilCok hosuma gitti yazi
"… Gerçeğe olan mesafeyle ilgiliydi belki de..."
YanıtlaSilne güzel anlatım, ne doğru sözler... anlayabilmek dileğiyle...🦋
İnsan anlamayınca anlatılanı, yolunu şaşırıyordu…
YanıtlaSilOkadar güzel ilişki kurulmuş ki emeklerinize sağlık teşekkürler ...
YanıtlaSilkahverengiden yeşil çıkınca ümitlenmek... çok doğru. söyleyecek söz bulamadım
YanıtlaSilHayvanlar insanların hayatını kolaylaştıran ve ihtiyaç karşılayan bir rol taşıyordu. Ama aynı zamanda insana yaşamı anlamlandırması için işaret de veriyordu. İnsan cehaletin sesini ve tavrını bir eşekten öğrenebiliyordu. Aşırı yüksek sesle konuşmanın iticiliği gösteriliyordu. Ya da insan kitaplar taşıyan eşek gibi olmamak için okuyup anlamaya çalışıyordu.
YanıtlaSilBazen hayat bir deve ile insanın zor şartlar için birikim yapmasının önemini anlatıyordu. Ya da karıncayla büyük toplulukta fayda için çalışan küçük birey olmanın önemi işaret ediliyordu. Bazen de örümcek ağı ile en zayıf şeyle insanın nasıl üzerinin örtülebileceği duyuruluyordu. Bazen de atlar ve sağmal hayvanların ticaret eşyası olduğu öğretiliyordu.
Ama mesele anlamaktaydı…
'' Gerçeğe olan mesafe '' bu çok düşündürücü oldu. ilişkilerde ustalık tam olarak bu olsa gerek.
YanıtlaSildünyanın ziynet eşyaları... kaleminize sağlık güzel bir yazı olmuş. kim kimdir tanıtmış.
YanıtlaSil